Ana Sayfa Yap   |   Favorilere Ekle   |   
Arama:
Hikmetli Sözler  >  Tâbi olmak gibi hiçbir üstünlük yoktur  
 
Yazıcı için   Yazı boyutunu büyütmek için     
Tâbi olmak gibi hiçbir üstünlük yoktur

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Peygamber efendimize tâbi olmak gibi, hiçbir üstünlük yoktur. Ona tâbi olabilmek için de, Onun vârisi olan Ehl-i sünnet âlimlerine tâbi olmak lazımdır. Merhum Hocamız, (Elimize beş kuruş geçse, eğer bunu Seyyid Abdülhakim-i Arvasi hazretlerinden bilmezsek, "Bu da Efendi hazretlerinin bereketidir, himmetidir, Allahü teâlâ onun sebebiyle bize bunu ihsan etmiştir" demezsek, hepsi elimizden gider kardeşim) buyururdu.

Büyükler, (Bir iş yapacağın zaman mutlaka ehline danış. Sakın kendi başına yapma. Kendi başına yaparsan nefsine sormuş olursun, nefs ise kâfirdir. Sorduğun din kardeşin, yanlış cevap verse bile, kendi nefsin kadar yanlış cevap vermiş olmaz) buyuruyorlar.

Nefsine tâbi olan, bütün nimetlerden mahrum kalır.

Merhum Hocamız, bir gün Hakikat Kitabevi’ne geldi, paketlerin yapıldığını gördü, arkadaşlara buyurdu ki:
(Kardeşim, bu kitapların basılmasına, dünyaya yayılmasına, sizin ve benim kurtulmamıza sebep, hep Abdülhakim-i Arvasi hazretlerinin, “Sen söz dinlersin” iltifatı olmuştur. Çünkü bir gün gittim, çok üzgündü, başını önüne eğmiş öyle duruyordu, hiç konuşmuyordu. Ben de korktum, “Eyvah, niye üzülüyor acaba?” dedim. Tabiî, bir şey de soramıyoruz. Mübarek başını kaldırdı, “Beni dinleyen kazanır, ama dinleyen yok” buyurdu. Acaba ben de onların içinde miyim diye, çok üzüldüm, perişan oldum. Sonra bana dönüp, “Sen söz dinlersin” buyurdu. İşte Efendi hazretlerinin bu iltifatı olmasaydı, bugün ne ben buradaydım, ne de siz buradaydınız, ne de bu kitaplar ve hizmetler olurdu.)

Peki demek kolay değildir. Fakat peki diyen kurtulur. Ehl-i sünnet âlimlerine peki diyen, Peygamber efendimize peki demiş olur. Çünkü bu büyükler, Peygamber efendimizin vârisleridir.

Hâşâ, Peygamber efendimizin bir hareketine itiraz eden küfre girer, dinden çıkar. Onun vârislerini dinlemeyen ise, doğru yoldan ayrılmış olur. Kurtulmak, peki demeye bağlıdır.

İnsan, ya hak söze peki der, ya kendisine yani nefsine peki der. Hak söze, büyüklerin nasihatine peki diyen, dünyada mesut ve bahtiyar olur, âhirette de yüzü ak olur. İtiraz eden yahut da kendi nefsine peki diyen ise, dünyada sıkıntı içinde yaşar, âhirette de yüzü kara olur.

Müşrikler de göze tâbi olmuşlardı

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Kimse, kendisini bir şey zannetmesin! Bu din edep dinidir, tevazu dinidir, Allah ve Resulünün aşkıyla yanma dinidir. Başkasını ölçme, başkasıyla uğraşma dini değildir, kendi kusurlarıyla uğraşma dinidir. İnsanın kendi âcizliğini anlamasını, önce kendisini düzeltmesini isteyen dindir. Kendine yani nefsine itaati reddeden, bir mürşid-i kâmile tâbi olmayı emreden dindir. Çünkü o büyükler, Allah Resulünün vârisleridir. Büyüklerin zahiri, dış görünüşleri, davranışları, cahile zehirdir. Cahil, zahire, yani dış görünüşe bakar ve zehirlenir. Müşrikler de böyle yapmıştı. Resulullah efendimizi, Ebu Talib’in yetimi diye görmüşlerdi. Malına mülküne, herkes gibi yiyip içmesine, giyinmesine, gezmesine, alışveriş etmesine, konuşmasına bakmışlardı. Kendileriyle, bildikleri ölçülerle mukayese ettiler. Yani gözlerine ve akıllarına tâbi oldular. (Bizden ne farkın var da sana iman edelim?) dediler.

Hâlbuki Hazret-i Ebu Bekir de baktı, ama onu Allah’ın Resulü olarak gördü, (Ne güzelsin ya Resulallah, nurun âlemleri kaplamış. Seni bize peygamber olarak gönderen yüce Rabbimize hamd olsun. Sana iman etmemi ihsan eden yüce Rabbime hamd ederim) dedi. Bir başka zamanda da, (Bütün iyiliklerim, ibadetlerim dâhil, her şeyimi, Resulullah’ın bir yanılmasına değişirim ve kârlı çıkarım) dedi. Hâşâ boşuna peygamberlerden sonra insanların en üstünü olmadı. İlim budur, edeb budur, sıddıklık budur.

Bir talebe, bir mürşid-i kâmilin sohbetinde bulunmak, ona talebe olmak için, onun namaz kıldırdığı mescide geldi. O anda mürşid, akşam namazını kıldırıyordu. Talebe, kendi öğrendiği şiveye benzemediği için, mürşidin okuduğu Fâtiha’yı beğenmedi. (Boşuna zahmet edip tâ uzak yerlerden buraya geldim. Tecvidi bilmeyen, dinimizi nereden bilsin? Böyle mürşid-i kâmil mi olur?) diye düşündü ve hiçbir şey söylemeden ertesi gün yola çıktı.

Yolda giderken karşısına iki aslan çıktı. Korkusundan hemen geri döndü, ama aslanlar da, yavaş yavaş talebenin peşinden geliyorlardı. Mürşid, hemen aslanlara doğru yürüdü ve onların kulaklarından tutup, (Size benim misafirlerime dokunmayın, onları korkutmayın demedim mi?) dedi. Aslanlar da çekip gitti. Şaşkın hâlde bakan talebeye, (Bizim Fâtiha’mızda yanlış arayacağınıza, kendi yanlışlarınızı düzeltmeye çalışsaydınız daha iyi olmaz mıydı?) dedi.

Demek ki, din kardeşlerimizin kusurlarıyla değil, kendi kusurlarımızla meşgul olup onları düzeltmeye çalışmamız gerekir.

Büyükleri ölçmeye kalkmak

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Dinimizin temeli edebdir. Edeb, haddini bilmektir. Hiçbir edepsiz, Allah’ın sevgili kulu olamamıştır. Şah-ı Nakşibend hazretleri de, (Yolunuzun başı nedir, ortası nedir, sonu nedir?) diye sorduklarında, hepsine de, (Edeb) diye cevap vermiştir.

Herkesin içinde yere tükürerek edepsizlik eden bir Müslümanın şahitliğini kabul etmeyen bir din, bir edebe riayet etmeyene evliyalık yolunu kapatan bir din, nasıl olur da, harama helâle, mekruha dikkat etmeyene veya bilmeyene evliyalık yolunu açar? Bu yolda önce ilim gelir, sonra hâl. İlimsiz evliyalık, mürşidlik olur mu?

(Bu mürşid, evliya, ama âlim değil) demek ne kadar yersiz, ne kadar cahilce bir söz! Dindeki sayısız meseleyi, şeytanın ve nefsin sayısız hilesini bilmek, ilimle olur. Papağan gibi birkaç şey ezberleyen kişi, kendini ne zanneder de, o büyükleri ölçmeye kalkar ki? Büyüklerin hiçbir işine karışmamalıdır.

Büyükleri, yani Resulullah’ın vârislerini imtihan etmek, ölçmek, müşriklik özelliğidir. Müşrikler Resulullah efendimizi imtihan ettiler, kendi kıt akıllarına göre ölçtüler. Böylece sonları Cehennem oldu.

Bu büyükleri sevenler, onlara tâbi olanlar, Peygamber efendimiz zamanında yaşasalardı, Eshab-ı kiram olurlardı. İnkâr edenler, reddedenler de, Ebu Cehil gibi olurlardı.

Bir gün bir mübarek zat, sohbet esnasında, (Bu yol çok kıymetlidir, kabiliyetli olanlara faydalıdır) buyurur. Bir talebe de kendi kendine, (Ben mahvoldum. Çünkü bende hiç kabiliyet yok) diye düşününce, o mübarek zat sözüne devam edip, (Bu yolun büyükleri, o kadar büyüktür ki, taşa teveccüh etseler, o taş feyz alır. Kabiliyetin hiç önemi yoktur. Gerekirse kabiliyet de verirler) buyurur. Bunun üzerine talebe, rahat bir nefes alır.

Aynı talebe, günler sonra, bir başkasına bu yolun büyüklerinin kıymetini anlatırken, hocasının son söylediği sözü nakleder. Bunun üzerine o yabancı buna inanmaz ve (Kabiliyet önemlidir. Mesela, Ebu Cehil'de kabiliyet olsaydı, Hazret-i Peygamber'in anlattıklarından istifade ederdi) der. Talebe gelir, olayı olduğu gibi hocasına anlatır. Hocası buyurur ki:
(Ne kabiliyeti evladım! Ebu Cehil'de inkâr vardı. Talep yoktu. Talep olduktan sonra, taş bile feyz alır. İnkâr olmasın yeter. “Yâ Rabbi ben zaten beceriksiz bir adamım, ama bu Allah adamıdır, onu seviyorum” derse, o zaman taş bile olsa, yine istifade eder.)

 
Geridön
 





Dünya Namaz Vakitleri


Türkiye Takvimi


Sitemizdeki bilgiler, bütün insanların istifadesi için hazırlanmıştır.
Orjinaline sadık kalmak şartıyla, izin almaya gerek kalmadan, herkes istediği gibi alıp istifade edebilir.